Yazar: İbn Tufeyl
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
Sayfa: 168
Tür: Dünya Roman
İbn Tufeyl tarafından 12.yy'da yazılan Hay bin Yakzan, Batı'da birçok sanatçı ve düşünürü etkilemiş, onların sanat ve düşüncelerinin oluşmasına katkıda bulunmuştur. İbn Tufeyl'in felsefesi, rasyonel düşünceden yola çıkarak keşif ve ilhama ulaşan ve bu nedenle son noktada tasavvufla çakışarak Tanrı'ya ulaşma yolunun somut bir öyküsüdür.
İbn Tufeyl, Hay bin Yakzan ile zamanında büyük tartışmalara yol açan üç ana sorunu çözümlemeyi amaçlamıştır.
1- İnsan kendi başına hiçbir eğitim ve öğretim görmeksizin doğayı inceleyerek düşünme yoluyla yetkin insan aşamasına ulaşabilir, başka bir deyişle etkin akılla birleşebilir.
2- Gözlem, deney ve düşünme yoluyla elde edilen bilgiler vahiy yoluyla gelen bilgilerle çelişmez, yani felsefe ile din arasında tam bir uygunluk vardır.
3- Mutlak bilgilere ulaşmak, bütün insanların üstesinden gelebileceği bir şey değildir. Yüce gerçekliklere ulaşmak, bireysel bir olaydır.
İbn Tufeyl'e göre insanlar gerçeklik yolunda iki yolu denemişlerdir. Ya yaşamışlar ya da yazmışlardır. Ancak yazmak eylemi, okuyan insana farklı yorumlar yapmayı gerektirdiğinden, gerçeklikten daha da uzaklaşmasına neden olmuştur. Bu yüzden gerçeğe ulaşmak isteyen insanların ancak yaşayarak ona ulaşabileceklerini söyler. Yaşamak, Muhammedî yasalarına göre gizlilik esasını gerektirdiğinden dolayı da yaşayan insanlar yaşadıklarını yazamazlar.
Romanın kahramanı Hay, bütün ömrünü kimsesiz bir adada geçirmektedir. Bir varsayıma göre ıssız adada toprağın mayalanması sonucu kendiliğinden türemiş; diğer bir varsayıma göre de, başka bir adada dünyaya geldikten sonra, bir sandık içinde denize bırakılmış, böylece içinde yaşadığı adaya sürüklenmiştir. Bir ceylan tarafından beslenip büyütülen Hay, elli yıl içinde duyulur dünyanın yalın gerçeklerinden, adım adım, en yüce gerçekliğe, Tanrı'ya ulaşır. Bu uzun süreç içerisinde Hay, Tanrı'nın "dıştaki ayetleri", göstergeleri olan evreni, varlık kitabını gözlem ve deneylerle, kıyaslamalar ve akıl yürütmelerle çözer. Varoluş nedenlerini, anlamlarını, Tanrı ile olan bağlantılarını kavrar. Aklın imkânlarını sonuna kadar kullanmasından, sıkı bir rizayetle kalbini arıtmasından sonra müşahedeye, yetkin insan aşamasına ulaşır. Yetkin insan aşamasına ulaşan Hay, uzlete çekilmek amacıyla adasına gelen Absal ile karşılaşır. Absal, sufî eğilimli olmakla birlikte vahye dayalı inancı, dini simgelemektedir. Hay'ın konuşmayı öğrenmesinden sonra, birbirlerine serüvenlerini, sahip oldukları bilgileri anlatırlar. Hay, Absal'ın aktardığı bütün bilgileri onaylar, dinin emir ve yasaklarıyla kendisini yükümlü kılar. Çünkü iki bilgi arasında bir ayrılık yoktur. İki bilgi, aynı gerçekliğin farklı iki formundan başka bir şey değildir. Üçüncü tezin kanıtlanması, Hay'ın toplumsal bir sınavdan geçmesini gerektirmektedir. Absal, yaşadığı ada halkının durumundan söz edince Hay, oraya giderek insanları uyarmaya, ulaştığı gerçekleri onlara aktarmaya karar verir. Birlikte Absal'ın adasına giderler. Hay, insanlara dünyanın gerçek yüzünü, dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden başka bir şey olmadığını, asıl olanın öte dünyaya hazırlanmak, bu dünyada Tanrı müşahedesine ermek olduğunu anlatmaya çalışırsa da, bütün emekleri boşa gider. Çünkü insanların yapısı, yaradılışı, yetenekleri farklıdır ve yüce gerçekliklere ancak az sayıdaki üstün yaradılışlı insan ulaşabilir. Bu gerçeği anladıktan sonra Hay, Absal ile birlikte adasına geri döner ve hayatlarını kendi bildiklerince sürdürürler.
Antik inanışa göre evrenin temel öğeleri olan ateş, hava, su ve toprak bütün nesnelerin hamurudur. En basit bir cansızdan insana kadar bütün varlıklar bu dört öğenin çeşitli nicelikteki birleşiminden oluşur. İnsan gövdesi öğelerin en yetkin birleşiminin sonucudur. Bu dört öğe dört niteliği barındırır: Ateş sıcakla kuru, hava sıcakla yaş, su yaşla soğuk, toprak soğukla kuru niteliklere sahiptir. Temel öğelerin bileşim ve oluşumlarında, barındırdıkları niteliklerin çok önemli bir etkinliği vardır.
Güneş ışığı farklı cisim türlerine göre davranır. Hava, saydam olduğu için ışığı geçirir ve havayı bu yüzden göremeyiz. Mat cisimler renklerine göre ışığı kabul ederler, bu nedenle gözle görülürler. Ayna gibi parlak nesneler de ışığı olduğu gibi alır ve yansıtır. İçbükey ve merceksel aynalar ise karşısındaki nesneyi yakacak kadar ısıyı yansıtır. Allah'ın ruhunu kabul etmemizde böyledir. Eşyalar hava gibi, bitkiler mat cisimler gibi, hayvanlar ve insanlar da ayna gibidir. Eğer bu Tanrısal ruh, insan biçimlerini yok edecek kadar güç kazanmışsa Peygamberler de mercekli ayna gibi karşısındakini yakar kavurur.
Ruhun barınağı olan kabarcık üç gözdür ve birbirleriyle iletişim halindedirler. Bu üçü diğer güçlere başkanlık edebilecek kadar çok gücü toplamışlardır. Kalp, beyin, karaciğer. Kalp, kendisine alması gereken yararlı ve zararlıyı anlama, beyin sahip olduğu güçlerle algılama ve ayırt etme, ciğerde besin toplama görevini üstlenir. Bu üçünün birbirlerinin güçlerinden ve sıcaklıklarından faydalanmak için damarlar ve atardamarlarla birbirlerine bağlanmıştır. Bu oluşumlar tamamlandıktan sonra çocuk anadan doğar gibi balçık çamurun içinden doğar.
Hay'ı büyüten Ceylan her canlının başına geleceği gibi bir gün ölür. Hay, ilk kez ölümle tanışmıştır. Ne yapacağını bilemez ve ceylanın bu durumuna sebep olan şeyi sorgular. Baş, göğüs ve karnın içinde organlar olduğunu gözlemiştir. En önemlisinin göğüs içinde olabileceğini düşünür. Göğsü yarar, kalbi bulur. Kalbi de böldüğünde ortaya iki göz çıkar. Sağdaki göz pıhtı kanla doludur, soldaki göz ise boştur. Kan, vücudun her yerinde olduğu için aradığı yer burası olamaz diye düşünür, soldaki boşluğa takılı kalır. Demek ki oradan çıkan bir şey vardır ve o şeyden sonra ceylan ölmüş olmalı diye düşünür. Onu bulup geri yerine koysam der ama ceset parçalanmadan önce çıktıysa bu halde işine hiç yaramayacaktır. Peki, o şey oradan niye çıkmıştır? Bir güç tarafından mı yoksa kendi isteğiyle mi çıkmıştır? Kendisi istediyse neyden tiksinip de çıkmıştır? Demek ki bu durumun gövdeyle ilgisi yoktur ve gövde de gündelik işlerde kullandığı aletler gibi basit bir alettir. Gövdeye karşı ilgisi böylece gider. Bütün ilgisi oradan çıkan o şeye yönelir. İnsan vücudunu oluşturan birçok parça olduğunu görmüştür ama bunlar bir araya gelerek sadece bir insanı oluşturuyordur. Yani her bir canlıyı bir ruh olarak düşünebilirim der. Her canlıda bulunan ruh da o bedeni ortak amaçlar için hayatta tutmaya çalışıyordur. Yani bütün ruhlar aslında benzeştir ve tek farkları farklı bedenlerde olmalarıdır. Özleri de aynı su gibidir. Suyun küçük kapta az ya da büyük kapta çok olması suyun su olma özelliğini değiştirmez. Ruhta aynı şekilde olmalıdır. Küçük bir kalp içerisinde olmasıyla gökyüzünü dolduracak kadar büyük olması onun yüceliğini değiştirmez. Bu yüzden bu ruhlar aslına bakıldığında tek bir varlık olarak da sayılabilirler diyerek o yüce ruha ulaşmış olur.
Arka Kapak
9.yüzyılda Yunancadan Arapçaya çevrilen "Salaman ve Absal" öyküsü, başta İbn Sina'nın "Hay bin Yakzan'ı olmak üzere, birçok İslam düşünürünün yapıtlarına kaynaklık etti. Genellikle alegorik öyküler ya da öykümsü anlatılar olan bu yapıtlardan sadece biri, roman boyutlarına ulaştı ve bütün benzerlerini gölgede bıraktı: 12. yüzyılda Endülüslü İşraki düşünür İbn Tufeyl'in yazdığı "Hay bin Yakzan" ya da "Esrarü'l-Hikmeti'l-Meşrikiye".İncelemesini hazırladığım tüm kitapların listesi için...
Devam...